21 Aralık 2013 Cumartesi

Bir Tiyatro Etkinliği: KABARE

Harika bir performans, müthiş bir müzikal oyun… KABARE(CABARET)! Sonunda İBBŞT Ümraniye sahnesinde en önde bilet bulabildim. En ön sıradan 2.5 saat bir an dağılmadan izlediğim müthiş müzikal.

Oyun hakkında kısa bilgi vermek gerekirse;
Joe Masteroff’un yazdığı Cabaret 1966 yılında ilk kez Broadway prodüksiyon ile London ve Newyork’da sahnelenmeye başlar ve büyük ilgi uyandırır. 1972 yılında aynı isimle filmi yapılır ve Oscar alır. Herbiri birbirinden güzel şarkı sözlerini Fred Ebb’in yazdığı,  müzikleri John Kander’ın yaptığı Kabare,  eğlence ve hüznünün flörtleşmesini sahnede devleştiren sürükleyici ve etkileyici müzikalin Türkiye versiyonunu çok başarılı buldum. 1931 yılının Almanya’sında ekonomik sıkıntılar boy göstermekte bir yandan da Naziler güç kazanmakta ve güçlendikçe saldığı korkularda artmaktadır. Böyle bir toplumda kendini eğlence ve içkiye verenlerin gittiği mekanlardan biri de Kit Kat Klub’dür. Yeni bir roman yazmak için hikaye arayan Amerikalı yazar Clifford ile Kit Kat Klub’un 19 yaşındaki İngiliz yıldız Sally Bowles arasında bir aşk başlar. Oyunda bir yandan Kit Kat Klub’deki eğlenceyi ve boş vermişliği izlerken bir yandan da toplumun nasıl faşizme sürüklendiğine şahit oluyoruz.

Eğlence ve dramın bir arada sunulduğu bu harika oyunu yüksek performans da tutarak sahneye hazırlayan yönetmen Yücel Erten, Kareoğraf Selçuk Borak, Sahne ve kostüm tasarımında Osman Şengezer, Işık tasarımında Kemal Yiğitcan, oyuncular ve İBBŞT orkestrasının ellerine, yüreklerine sağlık. Bu ekip işini başarı ile yerine getirerek ayakta alkışlanmaya değer bir yapıt ortaya çıkarmışlar.






Oyun pek çok mekânda geçiyor, bunun yanında bolca müzik, dansların olduğu oyunda sahne dekorlarının sürekli ve hızlı bir şekilde zaman kaybına ve izleyicilerin oyundan kopmasına mahal vermeden gerçekleşmesini sağlayan ve emeği geçen kareoğraf Selçuk Borak’ı kutlarım.

Oyunun en önde karakterlerinden biri olan Emcee’ye MERT TURAK ‘hayat’ veriyor. ‘Hayat’ veriyor diyorum çünkü oyunun en öne çıkan karakterlerinden birini canlandırıyor. Mert bu karakteri çok iyi içselleştirmiş. Harika bir Emcee yorumu görüyoruz sahnede. Mimikleri, göz kontağı, oynaş oynaş hareketleri, diyalogları ile seyirci ile iletişimi anında kuruyor, sahnede rolü ile büyüdükçe büyüyor. Bir oyuncu bir sahneyi bu kadar doldurabilir. Dansı kendi ile öyle özleştirmiş ki sahnede ki yürüyüşü bile dans estediğinde izliyoruz. Doyulmaz şımarık hareketleri… Biraz abartmış gibi gözüküyor olabilirim ama ben Mert Turak ilk kez bu oyunda fark ediyorum. Sahne showlarını çok başarılı buldum ve hakkını vererek yerine getirmiş.

Oyunun önemli karakterlerinden biri 19 yaşında İngiliz Sally Bowles’ı Yonca İnal Eğilmezbaş canlandırıyor. Pavyonda çalışan, umutlu, hayalleri olan, güzel bir genç kadın Sally’in eğlence ve dram içeren hayatı eklediği jest ve mimikler ile güzel bir performans ile karşımıza çıkıyor. Tam sahnenin önünde olmak bu oyun için güzel çünkü oyuna bir anda dahil oluyorsunuz. Sally’nin bir bayılma sahnesi var ki tam önümde oldu, gerçek mi oyun mu anlayamadım. Yonca sen nasıl oynuyorsun panikledim gerçekten, bir müdahale etmek lazım mı diye düşündüm. Bir de Sally’yi yattığı yerden kaldırmaya gelen arkadaşlarının kendi aralarında konuşmaları ile dedim ki bu oyunda yok sanırım! Gerçek bir bayıldı duygusu verdi. Ayrıca nolur, noluur, noluuuur, noluuuuuuuuuur şeklindeki isteklerini yaptırma çabası çok tatlı duruyordu rolünde.

Yeni bir roman yazmak için memleket memleket dolaşan Amerikalı yazar Clifford’u Can Başak oynuyor. Burada yazmak ciddi bir iş olduğu için mi bilmiyorum ya da bizim gözümüzdeki yazar ciddi görünümlü bir karakter midir bilmiyorum ama hayatı ciddiye alan ve düz bir oyunculuk görüyoruz. Bir yazar rolü aslında Can Başak’a oturmuş ama biraz daha jest ve mimik ekleyebilir biraz daha rolünde akıcı olabilirdi diye düşünüyorum. Yani eksik olan şey hayatı ciddiye alan bir yazarın yanında rolünü kapsayan o aşık adamı çok yansıtaması olabilir.

Ernst Ludwig rolünde Ergun Üğlü, Fraulein Schneider rölünde Selma Kutluğ, Herr Schultz rölünde Hakan Arlı, Fraulein Kost rolünde Nurdan Karlıdağ ve ismini sayamadığım diğer oyuncular başarı ile rollerini harika sahneye koyarak oyunun bütünlüğüne, etkisine ve büyüsüne büyük katkı sağladılar.

Doğan Şirin sana biçilen rolü çok iyi sahneledin ve sahnede çok güzel duruyordun. Jestlerin ve mimiklerin oyun içinde çok yerine oturmuştu. Ellerine sağlık herkes beceremez bu rolü gerçeğini aratmadı diyebilirim.

Kakara kikiri, dünya parayla döner aklımda kalan güzel şarkılar.

Bu arada şunu da söymeliyim ki oyunda dikkatimi çeken bir yaş sınırlaması yoktu. Oyun başladıktan 10 dakika içerisinde önden iki sıradan bir kısım seyirci oyunu kızararak bozararak terketti. Onların müstehcen kabul ettikleri sınırda bir oyun olup muhafazakâr duruşlarına çoluk çocuğun yanında alkış tutarak leke gelmesinden çekindikleri için oyunu terk ettiklerini düşünüyorum. Giderken bu durumunuzu da gözden geçirin derim çünkü oyuna yer bulmak da gerçekten zor. Hem akşamın o saatinde rahatsız olmazsınız hem de en azından izleyebilecek olanları engellememiş olursunuz.  

Emeği geçen herkesin ellerine sağlık.

İyi seyirler.


21.12.2013
İstanbul
SU,



4 Kasım 2013 Pazartesi

HAPPY HALLOWEEN SEDAT (^_^)

31 Ekim'de Batı dünyasında kutlanılan Hristiyan kökenli Halloween son zamanlarda seküler bir hal almış görünüyor. Eğlenceye ve parti yapmaya sebep her ne ise bizde bağrımıza basar bizdenmiş gibi de hakkını veririz. Hal böyle olunca  elit(e) mekanlarda parti organizasyonlarına ev sahipliği yapmak için yarışır hale geldi. Nede olsa seçilmişlerin (!) boy göstereceği eğlencenin dibine vurulacağı çılgınca bir gece olacak!

Her neyse aslında bu bayramın asıl sahipleri açısından baktığınızda sadece eller havaya partiler göremezsiniz, kapı dolaşıp şekerleme toplayan çocuklar ön plandadır. Hani Ramazan Bayramında şeker toplamalara çok benzer bu durum.

Biricik yeğenimde çift (ABD + TR) vatandaşlığı olması hasebiyle her bayramda şeker toplamaya bayılır. Kendisi Türkiye'de yaşamaya başladığı zaman hiç zorlanmayacak çünkü bizde bütün ecnebi bayramlarını kutluyoruz zaten!

HAPPY HALLOWEEN SEDAT (^_^)





04.11.2013, 
 ÜMRANİYE, İSTANBUL
SU

28 Ekim 2013 Pazartesi

No Woman, No Drive

Bob Marley'i dinlemekten büyük keyif alıyorum. Jamaikalı söz yazarı, şarkıcı ve gitarist olan Bob Marley, Jamaika'ya özgü bir müzik türü olan Reggae'nin dünya çapında tanınmasını sağlamıştır. 

Bu videoyu izlediğimde aktivist ruhuda destelemek adına paylaşmak istedim.

İyi seyirler ^_^







21 Ekim 2013 Pazartesi

Bir hafta sonu tiyatro ekinliği: Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım

Kurban bayramı dolayısıyla bir hayli uzun tatili sebepler dahilinde İstanbul'da geçirmeye karar verdim. Yağmurda yağınca keyifli ev meşguliyetleri ile zamanımın büyük kısmını değerlendirdim. Bayram dolayısı ile İstanbul stresten biraz arınmış iken bize hafta sonu etkinliği için tiyatroya karar kıldık. Haziran'da açık havada izlemeye niyetlendiğimiz İBBŞT'da sahnelenen 'Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım' oyununu Gezi Parkı direnişinden dolayı iptal ettik. Haldun Taner'in yazdığı 31 Mart olayı ile başlayan 1960 yılının ortalarına kadar devam eden süreçte ülkemizin siyasi ve iktisadi çalkantıları ironik bir anlatımla Efruz ve Vicdani karakterleri aracılığıyla gözler önüne serilmiş. Oyun 2 saat 50 dk sürdü. Bu kadar uzun olmasına rağmen hiç sıkılmadan izlediğim harika bir oyundu. Vicdani rolünde Uğur Dilbaz Efruz rolünde Can Ertuğrul çok iyi oyunculuk sergiliyor. Oyunun sonunda en çok alkışı Vicdani aldı. Bir an hepimizin aslında Vicdani (mi?) olduğunu (!) düşünmeden edemedim. Ellerine sağlık her ikisi de çok iyi oyunculuk sergiledi.

Oyunun dekor tasarımında büyük bir gramofon ve ortada dönen platform ile plak fikri oluşturulmuş. Oyunun karşımıza çıkan 'Plak olmayın' vurgusundan yola çıkılarak tasarlanmış bir dekor. Plak aslında bir dönemi bir hayatı yansıyor. Karakolda memurun masasına gizlenen bir darbuka mı vardı yoksa müzikal ekibin bir katkısı mıydı anlayamadım. Ama çok iyi düşünülmüş güzel ironi yapılmış geçişleri çok beğendim.

Etfal Gülbudak'ın sarhoşu oynadığı sahneyi çok başarılı buldum ve söylediği şarkı 'Beraber yürüdük biz bu yollarda' bu gününe gönderme yapıyor.

Verdiği mesaj bu günde kayda değer: 'Gözlerini açmazsan eğer, bu oyun hiç bitmeyecek'.

Vicdani:"burası Bakırköy’de bir hastane,

ben 399 no’lu hasta
teşhis:plak kompleksi
marka: sahibinin sesi
bir iğne görmez miyim
fırıl fırıl dönerim
yolunuz buraya düşerse
bana plak fırçası getirin
kristal iğne getirin
ben insanları çok severdim
çok severim
ne var ki sevdiğim kadar
sevilmedim.
çok saftım bir zamanlar
inandım kandırıldım.
vatanıma, karıma, vazifeme
amirlerime dostlarıma
köpek gibi sadıktım
belki bundan ötürü
köpek yerine sayıldım.
yetmişime bir yaş kala
teşhisimi koydular.
tam uyanacaktım.
bütün saçma şarkıyı
bir baştan sona çizip
kendi şarkıma başlayacaktım.
müsaade etmediler.
bana deli dediler.
ben şimdi geceleri
bütün şehir uyurken
gözümü hiç kırpmıyorum
tıpkı
koza ören ipek böceği gibi
mırıl mırıl
yeni bir plak
dolduruyorum
sır
sizinle benim aramda
aman doktor duymasın
bu seferki plağın adı
sahibinin sesi değil:
vicdani’nin öz sesi
bütün dünyaya karşı
yüzyıllarca kandırılmış
ezilmiş
okkanın altına gitmiş
küçük adamların uyanış marşı

*****
yalın, güçlü, imanlı:
ey benim kardeşlerim
ibret olsun hayatım
açın ne olur gözünüzü,
sakın siz de benim gibi
safçasına
plak olmayın
gözlerimizi açalım
gerekeni yapalım
gözlerimizi açalım gerekeni yapalım.
sakın plak olmayın
sakın plak olmayın
sakın plak olmayın."

Haldun Taner,

Gidilmeye ve izlenmeye değer bir oyun çıkmış ortaya. Emeği geçen herkesin ellerine sağlık.

21.10.2013

Ümraniye, İstanbul,

SU




24 Eylül 2013 Salı

Sanat Dolu Bir Ömür; Zeki Müren

17 yıl önce gene günlerden Salı, tarih 24 Eylül 1996’yı gösterirken Türk Sanat dünyasına değer katmış ‘Sanat Güneşimiz’ Zeki Müren’in aramızdan ayrılışını anıyoruz. TRT radyosunda başlamış olan kariyerine muhterem gene TRT stüdyolarında son verdi. O gün ‘Batmayan Güneş’ belgeselinin çekimleri ve ödül verilmek üzere İzmir TRT radyosuna davet edilen usta sanatçı, 6 yıldır kendini dinlemek için çekildiği Bodrum’daki evinden kameraların ve flaşların karşısına şık sahne kıyafeti ve yüzünden okunan heyecan ile çıkmıştı. 1951 yılında Ankara TRT radyosunda şarkı söylediği ilk mikrofon kendisine hediye edilirken belki de kardiyak problemi yaşayan usta sanatçının zarif kalbi bu heyecana dayanamamıştı.

Dedesi Hafız Hacı Mehmet Efendi o kadar güzel ezan okurmuş ki büyük bir kalabalık sabah ezanını dinlemeye gelirmiş. Kulağına ilk ninniyi okuyan dedesi ve annesi Hayriye hanımın güzel sesinden dinlediği ninniler ile Türk sanat müziği eğitimine bebeklik çağında başlamış aslında. Gevrek sesli genç tenor 12 yıl boyunca İstanbul radyosunda canlı neşriyat gerçekleştirmiş.


Sanatla dolu bir ömür;


‘Zehretme hayatı bana cânânım’ henüz ondört yaşında Akrostiş sanatı ile yazdığı ve ‘Acem-Kürdi’ makamında bestelediği ve radyoda Suzan Güven tarafından okunan ilk şarkısı, Zeki Müren’in sanat hayatında dönüm noktası olmuş.


Vefat ettiği zaman ben ortaokul son sınıfta okuyordum. Haber kanallarında onun hakkında çıkan haberleri (!) izlerken tanıdığım Zeki MÜREN ile kendisini araştırırken ruhuma dokunan naif, ince ruhlu, nezaketli, aile terbiyesi almış, sakin ve kararlı bir sanatçı ile karşılaştım. Belli bir olgunluğa ve tecrübeye sahip olduktan sonra Zeki Müren’i anlamanın, kabul etmenin ve ona saygı duymanın bazı çevreler tarafından zor olduğunu anlıyorum. Sadece icra sanatçısı olarak değil besteleriyle, sahne kostümü tasarımları ve yaptığı resimler ile sanatçı dehasına sahip bu insanı anlamak için sanatçı ruhuna sahip olmak gerek. 

Eserleri her birimize ve gelecek nesillere bırakılmış miras…


Rahmetle anıyoruz…   


24.09.2013
Ümraniye, İstanbul

SU

16 Eylül 2013 Pazartesi

Bir Cumartesi gezisi: İstanbul Müzeleri



2013 yılının yaz sıcağı Eylül ayının ortalarında son demlerini bırakırken bizde bu yumuşak havadan istifade İstanbul” da bulunan müzeleri gezmeye karar verdik. Sabah erken saatlerde “müze ziyareti” nden anlayan dört arkaşımla beraber Sirkeci tren garında buluştuk. İlk ziyaretimize “İstanbul Demiryolu Müzesi” ile başladık. Dönemin daktiloları, çevirmeli telefon, piyano, yük kantarı; hala hiç sekmeden çalışan, medikal malzemeler, fotoğraf albümlerine ulaşmak mümkün. O döneme ışık tutan demiryolu maketinde demiryolu ağının hem Avrupa’ya hem de Hicaz’a, Bağdat’a kadar uzanıyor olduğunu gördüm. Bu gün ise demiryolu ağının nereye kadar uzanamadığını görmek ve halka hizmet (yapmak zorunda oldukları) ile ‘Kral’ kıvamında övünmelerini izlemek üzücü doğrusu.

İkinci durağımız “İslam Bilim ve Tarihi Müzesi’ Gülhane parkının içerisinde olabildiğine yeşil ve gül kokuları arasında Frankfurt Üniversitesinde görev yapan Prof. Dr. Fuat Sezgin öncülünde 2008 yılında açılan bir müze...Hristiyan dünyasının bütün dogmatik anlayışa rağmen, İslam medeniyetinin hiçbir dogmatizme sapmadan, özgürce ve cesaretle sürdürdükleri ilmî çalışmalar bu müzede görseller ile gözler önüne serilmiş. Abbasi Halifesi el-Me'mun coğrafyacılarının, yuvarlak dünya haritası (813-833) sizi müzenin girişinde karşılıyor. Gene müzenin önündeki Galata kulesinin maketini anlamak mümkün değil! Müze olarak iyi dizayn edilmiş, aydınlatmaları güzel. Fakat müzede bulunan aletlerin büyük çoğunluğunun orijinallerinin Berlin, Frankurt, New York, Londra, St. Peterburg gibi şehirlerin müzelerinde bulunması ve sizi karşılayan maket görseller içinizi cız ettiriyor. Astronomi bölümünde saatler; güneş saatleri, su saatleri, zenberekli saat ve çanlı saatler, denizcilik bölümünde pusulalar; yüzer pusula, balık pusulası, namaz pusulası, tıp, dişçilik ve eczacılık bölümünde kullanılan aletleri, fizik, optik, kimya, matematik, geometri, mimari, şehircilik, savaş teknolojileri ve maden bölümlerini görmek mümkün. Gezi boyunca aletlerin kullanımı ve nasıl çalıştığı ile ilgili bilgi sınırlı olduğu için gezi öncesi İslam’da Bilim ve Teknik konusunda bilgi sahibi olmanız faydalı olacaktır 











Gülhane parkına adım attığınızda hemen solunuzda üçüncü müzemiz ‘Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müze Kütüphanesi’ ni göreceksiniz. Kütüphane - müze formunda olan bu mekan size büyüleyecek. Tabiki bunda görev yapan personelin nezaketinin etkilisi büyük. Burda değerli davetliler eşliğinde toplantılara katılabilir, isterseniz ders çalışabilir yada kendinizi geniş salonda kahvenizle birlikte kitapların büyülü dünyasında kaybedebilirsiniz. Benim şiir tutkum belkide bana burda huzur veren…






Artık yorgunluk belirtileri veren arkadaşlarımın gözlerinden bir yemek arası verme vaktinin geldiğini de anladım. Yemek arası…

Öğleden sonraki ilk durağımız dünyanın müze olarak tasarlanan on müzesinden biri olan “ İstanbul Arkeoloji Müzeleri” Gülhane Parkı'ndan Topkapı Sarayı'na çıkan Osman Hamdi Bey yokuşunda yer almaktadır. Gezimizin dördüncü müzesi aslında Arkeoloji Müzesi, Eski Şark Eserleri Müzesi ve Çinili Köşk Müzesi olmak üzere üç ayrı müzeyi aynı çatı altında toplamış bulunmakta. İstanbul Arkeoloji Müzelerinin koridorlarında gezdikçe tarihte bir yolculuk yapacak, uygarlıkların izini sürerken yaşadığımız toprakların ne derece zengin ve köklü bir kültürü olduğunu göreceksiniz. Müze alanın girişinde hemen sol tarafta konumlanan Eski Şark Eserleri Müzesi, Anadolu, Mezopotamya, Mısır ve Arap uygarlıklarından ilgi çekici eserlerini sergiliyor. İÖ 1269 yılında Hitit ve Mısır arasında eşit şartlarda imzalan dünyanın bilinen ilk uluslararası antlaşması olan kadeş antlaşmasının, mumyaların, mülkiyet hakkını kanıtlayan araç olarak kullanılan mühürlerden örneklerin, kabartmalı yazıtların, civi yazısı ile yazılmış ilk aşk şiirinin, çarpım tablosunun, mezapotamyada ölçü ve tartı birimlerinin ve daha binlerce eserlerlere ulaşacaksınız. Bahçesinde açık hava müzesini andıran eserlerin arasından ilerken sol tarafta Çinili Köşk Müzesini ve sağda Arkeoloji Müzesini göreceksiniz. Arkeoloji Müzesinde antik çağ heykeller, çanak çömlekler, pişmiş toprak heykelcikler, yazılı anlaşmalar, hazine Bölümü ve lahitler bulunmakta. Pek çok lahtin arasında gerçekten tarihi önemi çok büyük olan İskender lahti, ağlayan kadınlar lahiti bulunmakta. Ek binada ise İstanbul, Anadolu, Kıbrıs, Suriye, Filistin sergi salonları bulunmakta. 




İÖ 1269 Kadeş Anlaşması





















































Ağlayan kadınlar lahti



İskender lahti







Şu dönemde İstanbul Boğazı’nda inşası süren Marmaray’ın kazı çalışmalarından çıkarılan eserlerde sergileniyor. Yenikapı’dan ve diğer pek çok noktadan batık gemilerden gün ışığına çıkan eserler arasında, bizanslı kadın kafatası, şarap testileri, takılar, nargile lülesi, ilaç kutusunu görmek mümkün. 

Öğleden sonraki son durağımız ayasofya müzesi oldu. Hepimiz tükenmiştik ve aramızda burayı görenler olmasına rağmen ekip ruhunu diri tutmak adına hep birlikte kalabalığı aşarak müzeye girdik. Tabiki hala Ayasofya’yı ayakta tutma çabası ile yerleştirilen iskelet silüeti bozmaya fazlasıyla yetmiş. Kiliseyi camiye çeviren Fatih Sultan Mehmet’in şuan kiliseye giydirilmiş cami görüntüsünden hoşlanıp hoşlanmayacağını merak ediyorum.Ne kilise ne cami, yada hem kilise hem cami… İçerisinde bulunan terleyen sütundaki dilek yerinde dileğinizi aracılı ya da aracısız sunabilirsiniz!
















Kendimizi vapura atabilmek için bir kahveye ihtiyacımız vardı. Edebiyat Kraathanesi’nde bulduk kendimizi. İçilen türk kahvesi yorgunluğumuzu unutturamadı belki ama kararlaştırılan bir sonraki gezi haritasına şahitlik etti. 







Kısmet İstanbul türbelerine ....


SU


16.09.2013


Ümraniye / İstanbul

3 Eylül 2013 Salı

Vira Bismillah!

Eylül 1 itibari ile balıkçılar sezonun bolluk ve bereket içinde geçmesi için ‘vira bismillah’ dedi. Allah kabul etsin! Sofralarımızı donatacak balıklar için bizde sabırsızlıkla ve heyecanla bu tarihi bekliyoruz.

Dünyanın en güzel sahil şehrinde, Antalya’da, büyüdüm. Eğitim vesilesi ile yine yolum bir deniz şehrine, İstanbul’a düştü. Tabi ki tevafuk ya da tesadüf(!) değildi. Ben deniz olmayan bir şehirde yaşayamam düşüncesiydi.

Antalya tarihe damgasını vurmuş liman şehri olmasına rağmen maalesef yaşayan halkın balık kültürü de bir o kadar kötü. Hatta taze balık bulmak vaktiyle bir o kadar zordu bile. Velhasıl deniz’ kızı olan ben, balıkları tanımaya İstanbul’da başladım. Balıkları tanıdıkça balıkla süslenen sofralarımızda ki sohbetler de balık üzerine olmaya başladı. Balık taze,  sohbette balık üzerine olunca tadı doyulmaz sofralar zinciri Eylül’den Nisan’a uzamaya başladı. Arkadaşlarımla buluştuğum aralık bu tarihlere denk geliyor ise “ Ne yiyeceğiz” diye sorulmaz. Bilinir ki balık yenir. Hatta balık yemek için toplanılır ve güzel balık seremonileri yapılır.  Balık sofrasını hazırlarken dostlarımın gözlerinde gördüğüm heyecan belki de bu sofraları vazgeçilmez kılan. Balığı sade, yanında roka, mevsiminde turp ve yoğurtlu kereviz kökü ile ağzımın tadını (!) bozmadan yiyenlerdenim.

Eylül 2’de arkadaşımla buluşunca hep bir ağızdan “balık yemeliyiz!” dedik. Ağlarda hamsi, istavrit ve palamut… Palamut henüz yağlanmadığından dolayı tadı yavan olacağından ve besleme deniz çuprası ve levreği istemediğimden, hamside fiyatının yüksek olmasından dolayı reyonda bulunmadığından yılın ilk mahsulü olan istavriti almak için köşedeki balıkçıda buldum kendimi. Güzelce temizlendikten sonra (bahşiş bırakmayı hiç unutmam!)manavdan aldığım roka ile evin yolunu tuttum. 
Az yağla yüksek ateşte tavaya dizilmiş balıkları iki hamle ile pişiren arkadaşıma yetişmek zor oldu.
Harika bir lezzet muhteşem bir sohbet ve arka fonda Yanni..
Tabi ki apartmanın sevimli kedilerini de unutmamak lazım. Nede olsa komşuda pişer bize de düşer! 

03.09.2013/ Maltepe
SU

29 Ağustos 2013 Perşembe

Tost ’un Hikayesi

Romalılar tarafından Avrupa’ya ve Britanya’ya yayılan tost fikri, kolonistler ile Amerika’ya kadar ulaşır. Tost kelimesi yakmak ya da kavrulmak anlamına gelen Latincede “tostum” dan gelir. İlk zamanlar ekmek ateşin üzerine tutularak ya da kızgın taşın üzerine konularak tost yapılırdı. Ateşin üzerine konulan tel çerçeve ile yapılan tost, elektrikli modern kızartıcıların buluşuna yol açtı. Ev için ilk otomatik, ya da 'pop-up' tost makinesi 1926 yılına dayanır. 1940’lara gelindiğinde tost makinalarının çoğu otomatikti bile. Bizim hikayemiz 1980’lere dayanır.

Çocukluktan bu yana en sevdiğim fast-food "Tost" olmuştur. Kullanılan malzeme çeşitliliğine ve bolluğuna göre lezzetine lezzet katar. Günün her vaktinde yiyebilirim onu. Onu tırnak içinde yazdım çünkü burada onun hikayesi var. Yüreğinde sevgi, gönlünde muhabbet, çakır gözlerinde umut, yüzünde garipliğin gülümsemesi ve dilinde Ege şivesi. 1980 yılında seyyar arabası ile Aydın’ın Nazilli ilçesinde bulunan uzun çarşının kapalı çarşı başında tost yapmaya başlayan Necati bey hala bugün aynı sokakta mütevazi dükkanında Ayışığı büfe adıyla lezzetli tostlarını yapmaya devam ediyor. Bir kere yediğinizde, o tadı sizde vazgeçilmez kılan hala ilk günkü teknikle dost yapmaya devam etmesi aslında. Yılların yorgunluğuna ve rahatsızlıklarına rağmen hala ocağının başında ilk günkü heyecanı ile. Döküm ızgara üzerinde pişen lezzetlerin sırası ile kızarmış ekmeğe yerleştirildikten sonra yaklaşık 5 kilo ağırlığında ki harici kızgın ızgara ile press yapılması sonucu masanıza gelen lezzetin yedikçe bitmesini istemeyeceksiniz. Tabi ki bu lezzete katkıda bulunun Necati beyin sevgili eşi Pakize hanımı unutmamak lazım. Bir an Pakize hanımın elleriyle hazırladığı meyve tabağını masanızda size ikram edilmiş bulursanız şaşırmayın. Keyfinize bakın…

Necati bey ve Pakize hanıma teşekkür ederim. İkisininde ellerine sağlık, bir daha gelmek üzere gözüm arkada lezzeti aklımda kalarak İstanbul yollarına düştük. Benim hikayem bitti ama tostun hikayesi devam ediyor.