24 Eylül 2013 Salı

Sanat Dolu Bir Ömür; Zeki Müren

17 yıl önce gene günlerden Salı, tarih 24 Eylül 1996’yı gösterirken Türk Sanat dünyasına değer katmış ‘Sanat Güneşimiz’ Zeki Müren’in aramızdan ayrılışını anıyoruz. TRT radyosunda başlamış olan kariyerine muhterem gene TRT stüdyolarında son verdi. O gün ‘Batmayan Güneş’ belgeselinin çekimleri ve ödül verilmek üzere İzmir TRT radyosuna davet edilen usta sanatçı, 6 yıldır kendini dinlemek için çekildiği Bodrum’daki evinden kameraların ve flaşların karşısına şık sahne kıyafeti ve yüzünden okunan heyecan ile çıkmıştı. 1951 yılında Ankara TRT radyosunda şarkı söylediği ilk mikrofon kendisine hediye edilirken belki de kardiyak problemi yaşayan usta sanatçının zarif kalbi bu heyecana dayanamamıştı.

Dedesi Hafız Hacı Mehmet Efendi o kadar güzel ezan okurmuş ki büyük bir kalabalık sabah ezanını dinlemeye gelirmiş. Kulağına ilk ninniyi okuyan dedesi ve annesi Hayriye hanımın güzel sesinden dinlediği ninniler ile Türk sanat müziği eğitimine bebeklik çağında başlamış aslında. Gevrek sesli genç tenor 12 yıl boyunca İstanbul radyosunda canlı neşriyat gerçekleştirmiş.


Sanatla dolu bir ömür;


‘Zehretme hayatı bana cânânım’ henüz ondört yaşında Akrostiş sanatı ile yazdığı ve ‘Acem-Kürdi’ makamında bestelediği ve radyoda Suzan Güven tarafından okunan ilk şarkısı, Zeki Müren’in sanat hayatında dönüm noktası olmuş.


Vefat ettiği zaman ben ortaokul son sınıfta okuyordum. Haber kanallarında onun hakkında çıkan haberleri (!) izlerken tanıdığım Zeki MÜREN ile kendisini araştırırken ruhuma dokunan naif, ince ruhlu, nezaketli, aile terbiyesi almış, sakin ve kararlı bir sanatçı ile karşılaştım. Belli bir olgunluğa ve tecrübeye sahip olduktan sonra Zeki Müren’i anlamanın, kabul etmenin ve ona saygı duymanın bazı çevreler tarafından zor olduğunu anlıyorum. Sadece icra sanatçısı olarak değil besteleriyle, sahne kostümü tasarımları ve yaptığı resimler ile sanatçı dehasına sahip bu insanı anlamak için sanatçı ruhuna sahip olmak gerek. 

Eserleri her birimize ve gelecek nesillere bırakılmış miras…


Rahmetle anıyoruz…   


24.09.2013
Ümraniye, İstanbul

SU

16 Eylül 2013 Pazartesi

Bir Cumartesi gezisi: İstanbul Müzeleri



2013 yılının yaz sıcağı Eylül ayının ortalarında son demlerini bırakırken bizde bu yumuşak havadan istifade İstanbul” da bulunan müzeleri gezmeye karar verdik. Sabah erken saatlerde “müze ziyareti” nden anlayan dört arkaşımla beraber Sirkeci tren garında buluştuk. İlk ziyaretimize “İstanbul Demiryolu Müzesi” ile başladık. Dönemin daktiloları, çevirmeli telefon, piyano, yük kantarı; hala hiç sekmeden çalışan, medikal malzemeler, fotoğraf albümlerine ulaşmak mümkün. O döneme ışık tutan demiryolu maketinde demiryolu ağının hem Avrupa’ya hem de Hicaz’a, Bağdat’a kadar uzanıyor olduğunu gördüm. Bu gün ise demiryolu ağının nereye kadar uzanamadığını görmek ve halka hizmet (yapmak zorunda oldukları) ile ‘Kral’ kıvamında övünmelerini izlemek üzücü doğrusu.

İkinci durağımız “İslam Bilim ve Tarihi Müzesi’ Gülhane parkının içerisinde olabildiğine yeşil ve gül kokuları arasında Frankfurt Üniversitesinde görev yapan Prof. Dr. Fuat Sezgin öncülünde 2008 yılında açılan bir müze...Hristiyan dünyasının bütün dogmatik anlayışa rağmen, İslam medeniyetinin hiçbir dogmatizme sapmadan, özgürce ve cesaretle sürdürdükleri ilmî çalışmalar bu müzede görseller ile gözler önüne serilmiş. Abbasi Halifesi el-Me'mun coğrafyacılarının, yuvarlak dünya haritası (813-833) sizi müzenin girişinde karşılıyor. Gene müzenin önündeki Galata kulesinin maketini anlamak mümkün değil! Müze olarak iyi dizayn edilmiş, aydınlatmaları güzel. Fakat müzede bulunan aletlerin büyük çoğunluğunun orijinallerinin Berlin, Frankurt, New York, Londra, St. Peterburg gibi şehirlerin müzelerinde bulunması ve sizi karşılayan maket görseller içinizi cız ettiriyor. Astronomi bölümünde saatler; güneş saatleri, su saatleri, zenberekli saat ve çanlı saatler, denizcilik bölümünde pusulalar; yüzer pusula, balık pusulası, namaz pusulası, tıp, dişçilik ve eczacılık bölümünde kullanılan aletleri, fizik, optik, kimya, matematik, geometri, mimari, şehircilik, savaş teknolojileri ve maden bölümlerini görmek mümkün. Gezi boyunca aletlerin kullanımı ve nasıl çalıştığı ile ilgili bilgi sınırlı olduğu için gezi öncesi İslam’da Bilim ve Teknik konusunda bilgi sahibi olmanız faydalı olacaktır 











Gülhane parkına adım attığınızda hemen solunuzda üçüncü müzemiz ‘Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müze Kütüphanesi’ ni göreceksiniz. Kütüphane - müze formunda olan bu mekan size büyüleyecek. Tabiki bunda görev yapan personelin nezaketinin etkilisi büyük. Burda değerli davetliler eşliğinde toplantılara katılabilir, isterseniz ders çalışabilir yada kendinizi geniş salonda kahvenizle birlikte kitapların büyülü dünyasında kaybedebilirsiniz. Benim şiir tutkum belkide bana burda huzur veren…






Artık yorgunluk belirtileri veren arkadaşlarımın gözlerinden bir yemek arası verme vaktinin geldiğini de anladım. Yemek arası…

Öğleden sonraki ilk durağımız dünyanın müze olarak tasarlanan on müzesinden biri olan “ İstanbul Arkeoloji Müzeleri” Gülhane Parkı'ndan Topkapı Sarayı'na çıkan Osman Hamdi Bey yokuşunda yer almaktadır. Gezimizin dördüncü müzesi aslında Arkeoloji Müzesi, Eski Şark Eserleri Müzesi ve Çinili Köşk Müzesi olmak üzere üç ayrı müzeyi aynı çatı altında toplamış bulunmakta. İstanbul Arkeoloji Müzelerinin koridorlarında gezdikçe tarihte bir yolculuk yapacak, uygarlıkların izini sürerken yaşadığımız toprakların ne derece zengin ve köklü bir kültürü olduğunu göreceksiniz. Müze alanın girişinde hemen sol tarafta konumlanan Eski Şark Eserleri Müzesi, Anadolu, Mezopotamya, Mısır ve Arap uygarlıklarından ilgi çekici eserlerini sergiliyor. İÖ 1269 yılında Hitit ve Mısır arasında eşit şartlarda imzalan dünyanın bilinen ilk uluslararası antlaşması olan kadeş antlaşmasının, mumyaların, mülkiyet hakkını kanıtlayan araç olarak kullanılan mühürlerden örneklerin, kabartmalı yazıtların, civi yazısı ile yazılmış ilk aşk şiirinin, çarpım tablosunun, mezapotamyada ölçü ve tartı birimlerinin ve daha binlerce eserlerlere ulaşacaksınız. Bahçesinde açık hava müzesini andıran eserlerin arasından ilerken sol tarafta Çinili Köşk Müzesini ve sağda Arkeoloji Müzesini göreceksiniz. Arkeoloji Müzesinde antik çağ heykeller, çanak çömlekler, pişmiş toprak heykelcikler, yazılı anlaşmalar, hazine Bölümü ve lahitler bulunmakta. Pek çok lahtin arasında gerçekten tarihi önemi çok büyük olan İskender lahti, ağlayan kadınlar lahiti bulunmakta. Ek binada ise İstanbul, Anadolu, Kıbrıs, Suriye, Filistin sergi salonları bulunmakta. 




İÖ 1269 Kadeş Anlaşması





















































Ağlayan kadınlar lahti



İskender lahti







Şu dönemde İstanbul Boğazı’nda inşası süren Marmaray’ın kazı çalışmalarından çıkarılan eserlerde sergileniyor. Yenikapı’dan ve diğer pek çok noktadan batık gemilerden gün ışığına çıkan eserler arasında, bizanslı kadın kafatası, şarap testileri, takılar, nargile lülesi, ilaç kutusunu görmek mümkün. 

Öğleden sonraki son durağımız ayasofya müzesi oldu. Hepimiz tükenmiştik ve aramızda burayı görenler olmasına rağmen ekip ruhunu diri tutmak adına hep birlikte kalabalığı aşarak müzeye girdik. Tabiki hala Ayasofya’yı ayakta tutma çabası ile yerleştirilen iskelet silüeti bozmaya fazlasıyla yetmiş. Kiliseyi camiye çeviren Fatih Sultan Mehmet’in şuan kiliseye giydirilmiş cami görüntüsünden hoşlanıp hoşlanmayacağını merak ediyorum.Ne kilise ne cami, yada hem kilise hem cami… İçerisinde bulunan terleyen sütundaki dilek yerinde dileğinizi aracılı ya da aracısız sunabilirsiniz!
















Kendimizi vapura atabilmek için bir kahveye ihtiyacımız vardı. Edebiyat Kraathanesi’nde bulduk kendimizi. İçilen türk kahvesi yorgunluğumuzu unutturamadı belki ama kararlaştırılan bir sonraki gezi haritasına şahitlik etti. 







Kısmet İstanbul türbelerine ....


SU


16.09.2013


Ümraniye / İstanbul

3 Eylül 2013 Salı

Vira Bismillah!

Eylül 1 itibari ile balıkçılar sezonun bolluk ve bereket içinde geçmesi için ‘vira bismillah’ dedi. Allah kabul etsin! Sofralarımızı donatacak balıklar için bizde sabırsızlıkla ve heyecanla bu tarihi bekliyoruz.

Dünyanın en güzel sahil şehrinde, Antalya’da, büyüdüm. Eğitim vesilesi ile yine yolum bir deniz şehrine, İstanbul’a düştü. Tabi ki tevafuk ya da tesadüf(!) değildi. Ben deniz olmayan bir şehirde yaşayamam düşüncesiydi.

Antalya tarihe damgasını vurmuş liman şehri olmasına rağmen maalesef yaşayan halkın balık kültürü de bir o kadar kötü. Hatta taze balık bulmak vaktiyle bir o kadar zordu bile. Velhasıl deniz’ kızı olan ben, balıkları tanımaya İstanbul’da başladım. Balıkları tanıdıkça balıkla süslenen sofralarımızda ki sohbetler de balık üzerine olmaya başladı. Balık taze,  sohbette balık üzerine olunca tadı doyulmaz sofralar zinciri Eylül’den Nisan’a uzamaya başladı. Arkadaşlarımla buluştuğum aralık bu tarihlere denk geliyor ise “ Ne yiyeceğiz” diye sorulmaz. Bilinir ki balık yenir. Hatta balık yemek için toplanılır ve güzel balık seremonileri yapılır.  Balık sofrasını hazırlarken dostlarımın gözlerinde gördüğüm heyecan belki de bu sofraları vazgeçilmez kılan. Balığı sade, yanında roka, mevsiminde turp ve yoğurtlu kereviz kökü ile ağzımın tadını (!) bozmadan yiyenlerdenim.

Eylül 2’de arkadaşımla buluşunca hep bir ağızdan “balık yemeliyiz!” dedik. Ağlarda hamsi, istavrit ve palamut… Palamut henüz yağlanmadığından dolayı tadı yavan olacağından ve besleme deniz çuprası ve levreği istemediğimden, hamside fiyatının yüksek olmasından dolayı reyonda bulunmadığından yılın ilk mahsulü olan istavriti almak için köşedeki balıkçıda buldum kendimi. Güzelce temizlendikten sonra (bahşiş bırakmayı hiç unutmam!)manavdan aldığım roka ile evin yolunu tuttum. 
Az yağla yüksek ateşte tavaya dizilmiş balıkları iki hamle ile pişiren arkadaşıma yetişmek zor oldu.
Harika bir lezzet muhteşem bir sohbet ve arka fonda Yanni..
Tabi ki apartmanın sevimli kedilerini de unutmamak lazım. Nede olsa komşuda pişer bize de düşer! 

03.09.2013/ Maltepe
SU